31 Mayıs 2014 Cumartesi

Fideizm - Kanıt Olmadan İnanmak

Kanıt olmadan inanma, sorgulamadan inanma deyimini çok sayıda inançlıdan duyuyoruz. Bu görüş felsefi literatürde 'fideizm/imancılık' olarak biliniyor.Kanıt olmadan inanma deyimine iman dediğimiz takdirde, imanın akıldan önce gelmesi gerektiğini söyleyen kişi fideist/imancı biridir. 

Bir fideist birçok farklı yöntemle imanı savunabilir. Mesela bu kişiler akla büyük bir şiddetle karşı çıkabilirler. ‘Akıl yanılır ve çelişkili sonuçlar üretir. Bu sebeple sorgulamamamız gerekir. Allah’ın vahyine sorgusuz inanmalıyız’ diyebilirler. Biz nasıl olur da sınırlı aklımızla Tanrının sınırsız, her şeyi aşan aklına kafa tutabiliriz? Tanrının varlığına emin olmalıyız, ona şüphe duymamamız gerekir. Eğer akılla imanın çeliştiğini görüyorsak aklı terk edip imana sarılmanız makbuldür. İlk felsefe yapan şeytanın kendisidir, Allah’ı sorgulamıştır. Sorgulamak en azından dini konularda gereksiz ve hatalı bir eylemdir. İmana dayanan bilgi en yüce bilgidir, akla dayanmaya ihtiyacı yoktur. Dini konularda Tanrının gösterdiği yoldan dışarı çıkmamamız gerekir ve o yoldan devam etmeliyizdir. Vahyi akılla temellendirmek tehlikelidir, zira bu şekilde evreni yaratmış, her şeye gücü yeten, her şeyi bilen Tanrıya değil akla iman etmiş oluruz. Sorgularsanız, aklı, Tanrı bilgisinin üstüne taşımış olursunuz. Oysa en üst yer Tanrıya aittir, akla değil…

İman, akılla gerekçelendirilmemelidir. İman, arkada hiçbir delil olmadığında bile ayakta kalan şeydir. Din ve imanın; akıl ve mantığa uyması gerekmez. Bu görüşü en iyi anlataca cümle ‘İnanıyorum, çünkü saçma…’ sözü olsa gerek. Akla ve mantığa sığmayan, saçmalık derecesinde olan şeylere iman edilir. Tanrı her ne kadar mantıksız gözükse de, kavranamaz olsa da iman etmeliyiz. Mantığımızla tanrıyı sorgularsak imanın bir anlamı kalmaz. Ve bunun gibi daha nice ‘değersiz’ cümle… Bu gibi savunularının yanı sıra imancılık birçok yönden eleştirilmelidir.  

Öncelikle, dini metinler bize salt ve mutlak bir görüş göstermiyordur. Her ne kadar dinin mutlak ve dogmatik olduğu savunulsa da pratikte bu böyle değildir. Zira inceleyin, aynı kutsal metni okuyup çok farklı görüşler öne süren din adamları vardır. Heykelleri bombalayan, tüm gayrimüslim insanlara savaş açan, etrafa nefret salan Müslümanlarla, aklı ve mantığı kullanan ‘İbn-i Sina’ ‘Farabi’ ‘İbn Rüşd’ gibi çok değerli filozoflar aynı kutsal kitaptan yola çıkarlar. Kutsal kitaptan yola çıkıp evrimi reddeden inançlılarla, kutsal kitaptan yola çıkıp türlerin değişimini kabul eden kişilerin odak noktasındaki metin aynıdır. Dini görüşler, her ne kadar temelinde aynı kitaba dayansa da birbirinden çok farklı olabiliyor. O halde Tanrının sözüne sorgusuz iman ederken bu görüşlerden hangisini kabul etmeliyiz? İmancı bu konuda ikilemde kalmak zorundadır. Zira biri diğerinin alternatifi olan iki görüşü kabul ederken kutsal metni sorgulamanız gerekir. Bu da imancının tam olarak karşı çıktığı şeydir.

Peki ya Tanrının imanı var mıdır? Dediğimiz gibi iman, kanıt olmadan inanmaktır. Oysa tanrı, doğrulara iman etmez, onları bilir. Tanrı imana sahip değildir çünkü iman mükemmelliğin önündeki perdeden ibarettir. Tanrıda mutlak bilgi varsa(ki klasik görüşte bu savunulur) imana sahip değildir. Tanrı katında her şey mutlak surette belli ise bir şeye iman etme/iman etmeme gibi durumlar söz konusu olamaz. En imanlı birey bile bunu kabul edecektir. O halde biz insanları (eğer varsa) yaratıcıya benzer kılan şey ise iman etme özelliği olamaz. Bu dine uygun değildir. Fakat tanrının kişisel olduğundan ve onun bir akla sahip olduğundan bahsederiz. Kavranamaz bir akıldır ama yine de akıldır. Eğer inançlı biri olsaydım, bizzat tanrıda bulunan özelliğin bize sunulmasından, aklı temel almayı tercih ederdim.

Bu görüşü biraz daha yakından anlamak adına özsel ve ilineksel özelliklerden bahsetmek istiyorum. Aristoteles’e göre özsel nitelikler, bir şeyi, o şey yapan özelliklerdir. Özsel nitelikler olmadan, varlıklar, olduğu şey olamazlar. Bunu anlatırken, bir şeyin özünden bahsetmek istiyorum. X adında bir varlığımız olsun, X’i X yapan şeyler özsel niteliklerdir ve X’in özünü oluşturur. İlineksel özellikler ise varlıkların görünümüne ait özelliklerdir. Bu özellikler değişse de varlık yine aynı varlıktır. Mesela benim göz rengimi bir ameliyatla değiştirirseniz ben yine benimdir, özüm değil görünümüm değişmiştir. Fakat benden ‘akıl’ gibi bir özelliği alırsanız benim özümü değiştirmiş olursunuz. Benim özümü değiştirirseniz, ben artık ben değilimdir. Karşınızda başka biri duruyordur. Bir bitkinin yaprağını koparırsanız onun görünümünde değişiklik yapmış olursunuz. Fakat bu bitkinin ‘fotosentez yapmak’ gibi özündeki bir özelliği çekerseniz (ona bitki diyeceğimiz bir özelliği çekerseniz) onun özü değişmiştir. Peki ya bunun konumuzla alakası ne? Şöyle ki, bizzat tanrının yansıması olan akıl özsel, iman ise ilinekseldir. Tanrıdan aldığımız özelliğin (aklın), tanrıda olmayan bir özelliğe(imana) göre özümüze daha yakın olduğunu düşünürsek, akla güvenmek daha tutarlıdır. Akıl özseldir, iman ilinekseldir.

Bir başka mesele, hangi imanı kabul edeceğimiz meselesidir. Hangi iman en yücedir? Bir Hıristiyan da bir Yahudi de bir Müslüman da onun dinine iman etmemi istiyorsa hangisine iman etmem gerekir? Farklı dinlerden bireyler, hepsi kendi dinlerine iman etmemi istiyorsa yapılabilecek tek şey, bu inançları birbirleriyle kıyaslamak ve hangisini benimseyeceğimi kabul etmek olmalıdır. Bu ise fideistin yapmamamı istediği şeydir. Fakat olaylar bunu yapmamı gerektirir.

Üstelik yine imancıların dediklerini kabul etmememize yönelik bir başka itirazım olacak. Çok sayıda inanç var ve bu inançlar birbirlerine rakipler. Dini incelerseniz fark edeceksiniz ki her birey kendi yaşadığı toplumun dini inançlarıyla yetiştiriliyor. Bu durumda yetiştirilme tarzına bağlı olarak, bizim bağlanmamızı istediği inanç da farklı oluyor. Bir kişi henüz bebekken alınıp Hıristiyan bir aileye koyulursa ve bu şekilde yetiştirilirse, imancılığı savunduğu takdirde bizden Hıristiyan olmamızı isteyecektir. Eğer aynı bebek Müslüman bir ailede katı dini kurallarla yetiştirilirse ve büyüdüğünde imancı olursa bizden de Müslümanlık inancına iman beslememizi isteyecektir. Fark edeceksiniz ki, imancıların savunuları, doğdukları bölgeye göre dağılım gösterir. Bu durumda birinin Tanrıya olan imanı yalnızca tesadüfi olarak nerede doğduğu mu olmalıdır? Farklı bir bölgede doğsa Hıristiyanlığa iman edecek kişiler, şimdi İslam’a iman etmemizi nasıl savunabilir? Bu tutarlı mıdır?

Burada kökenci hata(naturalistic fallacy) denilen hataya düştüğümü iddia edenler olabilir. Onlar için küçük bir açıklama yazma gereği duyuyorum. Kökenci hata şunu der: bir şeyin kökenini, nereden kaynaklandığını göstermek o şeyin doğruluğunu ve yanlışlığını etkilemez. Mesela ‘Sen laikliği savunuyorsun çünkü laik bir toplumda doğdun, o halde laik olmamalıyız’ diyen biri kökenci hataya düşer. Bir şeyin nasıl ortaya çıktığını göstermek o şeyin doğruluğundan bağımsızdır. Bunu kabul ediyorum. Fakat burada savunduğum şey ‘Sen Müslüman bir ülkede doğduğun için Müslümansın o halde İslam yanlıştır’ gibi bir önerme değil ‘Sen Müslüman bir toplumda yetiştiğin için Müslümanlığa iman etmemi istiyorsun. Oysa bu daha farklı olabilirdi ve sen aynı şekilde farklı dine iman ediyor olabilirdin. Bu şekilde salt iman ederek doğruya ulaşman mantıklı durmuyor o halde sorgulamalısın’ gibi bir düşüncedir. Burada kökenci hataya düşmem ve en azından kendi içimde tutarlı bir görüş savunmuş olurum. Üstelik kanımca, imancılığa getirilen bir darbedir bu.

Aynı zamanda imancı birinin tutarlı da olmadığını düşünüyorum. Tanrının kullanmamız için akıl verdiğini düşünüp bu aklı kullanmaya cüret etmemek samimi gelmiyor. Her konuda kullanabileceğim aklı, söz konusu din olduğu zaman kapatmam, samimi bir istek değil. Aslına bakarsanız iman etmem değil, eleştirel şekilde olayları irdelemem gerekiyor. Zira bir şeyin doğruluğunu anlamak için o şeyi sorgulamak gerekir. Bize aklı veren Tanrı, onu anlayacağımız şekilde yaratabilecekken bunu yapmamışsa suç benim değildir. Eğer aklım yetersizse, bunun sorumlusu bana aklı verdiğini iddia ettiğiniz Tanrıdır:

1-     Tanrı her şeye gücü yetendir (Tanrının tanımı)
2-     Akıl yetersizdir, iman gereklidir (Fideizm Savunusu)
3-     İnsanı yaratan tanrıdır (Teist Savunu)
4-     İnsanı Tanrı yarattıysa, Tanrı aynı zamanda insanda bulunan özelliklerin de yaratıcısıdır.
5-     Akıl, insanın özelliklerinden biridir, insanda bulunur. Yani insan aklını da tanrı yaratmıştır.
6-     Her şeye gücü yeten bir Tanrı, insan aklını onu anlayabilecek düzeyde yaratabilecekken, bunu yapmamışsa (2. madde), ona inanmamamızın sorumlusu bizatihi Tanrıdır ve bunun yüzünden insanları yargılayamaz(Zira aklının kapasitesini kişiler kendileri seçmemiştirler, Tanrı tarafından onlara bahşedileni kullanırlar.)

Yani imancı biri ‘akıl yetersizdir’ savunusunu yaparken kendi içinde tutarsızdır, sonuçta insan aklını ve kapasitesini yaratan da Tanrının kendisidir.

Aynı zamanda sorgulamanın topluma karşı bir sorumluluk olduğunu da düşünüyorum. Sonuçta iman edeceğiniz şey, hayatınızda ciddi değişikliklere yol açabilir. Sizin hayatınızdaki bu değişiklik topluma da ister istemez yansıyacaktır. Sonuçta hayatınızda köklü değişiklikler yaptırabilecek bu inancı sorgulamak, artık ahlaki bir sorumluluk haline gelir. Bazı kimseler imanı ve ahlaki sorumluluğu ilişkilendirmeyi akıl etmeyebilirler fakat bu ciddi bir problemdir. Sonuçta inancımızı delillerle desteklemezsek topluma zararlı şeylere yol açabiliriz. Bir mimarı düşünün, bir ev tasarlarken yaptığı tasarımın depreme dayanıklı olduğuna inandığını varsayın. Bu durumda mimarın yapması gereken şey ‘Bunun doğru olduğuna iman ediyorum, delile ihtiyacım yok. İmanım yeter’ derse ve bina küçük bir sallantıda yıkılırsa, çok sayıda ölümden bizzat mimar sorumlu olacaktır. Eğer iman başka insanların hayatlarını da etkiliyorsa terk edilmeli ve yeterli kanıtla desteklenmeden kabul edilmemelidir. Mimarın yapısının sağlamlığına duyduğu iman önemli sonuçlar doğururken o imana bağlı kalmayıp bağlı olduğu inancı delillerle destekleme yükümlülüğü vardır. Aynı şekilde dine duyulan iman da ahlaki açıdan delillerle desteklenme yükümlülüğü altındadır. Zira toplum için önemli sonuçlar doğuracaktır. Bu iman sonrasında, canlı bomba olup onlarca kişinin hayatına kıyabilirsiniz, köktenci olup bilim karşıtlığına soyunabilirsiniz ve daha nice toplumun refahını azaltacak yola girebilirsiniz. Bu durumda, dini inanç bu kadar önemli etkiler yaratıyorken, sorgulanması ahlaki sorumluluktur. Buna karşılık, bazı meselelerin çok karmaşık olduğunu savunan ve sonuca varmak için yeterli zaman olmadığını söyleyen kişilere ne diyeceğiz? William Clifford’un buna cevabı açık ve nettir: ‘O takdirde o kimsenin inanmaya da zamanı olmamalıdır.’

Aynı şekilde dini inanca duyulan iman, kişinin kendi yaşantısında da uç yerlere gidebilir. Bunun örnekleri vardır: dediğim gibi bir canlı bombanın cennet için intihar etmesi, dinine ve ahirete duyduğu imandan kaynaklanır. Bunun gibi ‘imanın zararları’ diyebileceğimiz bireysel hareketler mevcuttur. 18 Kasım 1978 tarihinde yaşanan dini facianın da sebebi budur. Jonestwon cemaatinde 900’e varan insan dinleri uğruna toplu intihar etmişlerdi. Cemaatin kurucusu Peder Jim Jones, zamanla Hıristiyan öğretisinden ayrılıp farklı bir akım kurdu. Jones, kendisinin tanrı olduğunu iddia etmiş, 43 kişiyi dirilttiğini söylemiştir. Fakat zamanla cemaat liderliği gelen baskılar sonucunda gelecekten umudu kesince ve öbür tarafta mutlu bir yaşam sürme imanıyla yola çıkıp toplu intihar gibi bir yolu tercih etmiştir(1). 900’den fazla kişinin tek günde dinleri adına intihar etmesi sınırlardan bir örnektir fakat yine de imanın bu tür problemleri vardır.

İman söz konusu olduğunda yalnızca dini imanı değil aynı zamanda her türlü kanıta dayanmadan inanmayı reddediyorum. Sonuçta bu tür inançların yine bireysel zararları olacaktır. Nisan 1997 tarihinde yine bir toplu intihar gerçekleşmiştir. 39 kişilik bir grup votka ile güçlendirilmiş, elma sosu karışımlı öldürücü dozda barbiturat almışlar sonra da başlarına naylon torba geçirerek ölümlerini hızlandırmışlardır(2). Peki ya bunun amacı nedir? Bu kişiler bu şekilde intihar ederek maddesel/dünyevi kılıflarından kurtulup uzaylılar tarafından uzay gemisine ışınlanacaklarına iman etmişlerdir. Görüldüğü gibi, kanıta dayanmayan inançlar bireysel yaşamda kötü sonuçlar doğurabiliyor. Bu durumda gerek bilimsel gelişmelerle, gerek akılsal muhakemelerle iman ettiğiniz şeyi sorgulamanız bir sorumluluk olarak önününze çıkar. Hayatınızda köklü değişiklik yapacak bir inancı sorgusuz sualsiz kabul etmek benim gözümde etik değildir.

İmancı görüşü yeteri kadar eleştirdiğimi düşünüyorum. Sonuç olarak iman etmek yerine sorgulamak daha tutarlı bir eylemdir. 


Not:


1- Michael Peterson, William Hasker, Bruce Reichenbach, David Basinger, Akıl ve İnanç, Din Felsefesine Giriş(çev. Rahim Acar), Küre Yayınları Bölüm 3, S. 49

2- Charles M. Wynn, Arthur W. Wiggins, Yanlış Yönde Kuantum Sıçramalar (çev. Aykut Kence), Tubitak Popüler Bilim Kitapları, s.1-2

2 yorum:

  1. Doğa yasaları evrenin özsel nitelikleri midir yoksa ilineksel mi ?

    YanıtlaSil
  2. Dostum sayfamda paylaşmamda sıkıntı olurmu ? Altına sitenin linkini de ekliyerek paylaşıyorum.

    YanıtlaSil