Kanıt olmadan inanma, sorgulamadan inanma deyimini çok sayıda inançlıdan duyuyoruz. Bu görüş felsefi literatürde 'fideizm/imancılık' olarak biliniyor.Kanıt olmadan inanma deyimine iman dediğimiz takdirde, imanın akıldan önce gelmesi gerektiğini söyleyen kişi fideist/imancı biridir.
Bir fideist birçok farklı yöntemle imanı savunabilir. Mesela bu
kişiler akla büyük bir şiddetle karşı çıkabilirler. ‘Akıl yanılır ve çelişkili
sonuçlar üretir. Bu sebeple sorgulamamamız gerekir. Allah’ın vahyine sorgusuz
inanmalıyız’ diyebilirler. Biz nasıl olur da sınırlı aklımızla Tanrının
sınırsız, her şeyi aşan aklına kafa tutabiliriz? Tanrının varlığına emin
olmalıyız, ona şüphe duymamamız gerekir. Eğer akılla imanın çeliştiğini
görüyorsak aklı terk edip imana sarılmanız makbuldür. İlk felsefe yapan
şeytanın kendisidir, Allah’ı sorgulamıştır. Sorgulamak en azından dini
konularda gereksiz ve hatalı bir eylemdir. İmana dayanan bilgi en yüce
bilgidir, akla dayanmaya ihtiyacı yoktur. Dini konularda Tanrının gösterdiği
yoldan dışarı çıkmamamız gerekir ve o yoldan devam etmeliyizdir. Vahyi akılla
temellendirmek tehlikelidir, zira bu şekilde evreni yaratmış, her şeye gücü
yeten, her şeyi bilen Tanrıya değil akla iman etmiş oluruz. Sorgularsanız,
aklı, Tanrı bilgisinin üstüne taşımış olursunuz. Oysa en üst yer Tanrıya
aittir, akla değil…
İman, akılla gerekçelendirilmemelidir. İman, arkada hiçbir delil
olmadığında bile ayakta kalan şeydir. Din ve imanın; akıl ve mantığa uyması
gerekmez. Bu görüşü en iyi anlataca cümle ‘İnanıyorum, çünkü saçma…’ sözü olsa
gerek. Akla ve mantığa sığmayan, saçmalık derecesinde olan şeylere iman edilir.
Tanrı her ne kadar mantıksız gözükse de, kavranamaz olsa da iman etmeliyiz.
Mantığımızla tanrıyı sorgularsak imanın bir anlamı kalmaz. Ve bunun gibi daha
nice ‘değersiz’ cümle… Bu gibi savunularının yanı sıra imancılık birçok yönden
eleştirilmelidir.
Öncelikle, dini metinler bize salt ve mutlak bir görüş
göstermiyordur. Her ne kadar dinin mutlak ve dogmatik olduğu savunulsa da
pratikte bu böyle değildir. Zira inceleyin, aynı kutsal metni okuyup çok farklı
görüşler öne süren din adamları vardır. Heykelleri bombalayan, tüm gayrimüslim
insanlara savaş açan, etrafa nefret salan Müslümanlarla, aklı ve mantığı
kullanan ‘İbn-i Sina’ ‘Farabi’ ‘İbn Rüşd’ gibi çok değerli filozoflar aynı
kutsal kitaptan yola çıkarlar. Kutsal kitaptan yola çıkıp evrimi reddeden
inançlılarla, kutsal kitaptan yola çıkıp türlerin değişimini kabul eden kişilerin
odak noktasındaki metin aynıdır. Dini görüşler, her ne kadar temelinde aynı
kitaba dayansa da birbirinden çok farklı olabiliyor. O halde Tanrının sözüne
sorgusuz iman ederken bu görüşlerden hangisini kabul etmeliyiz? İmancı bu
konuda ikilemde kalmak zorundadır. Zira biri diğerinin alternatifi olan iki
görüşü kabul ederken kutsal metni sorgulamanız gerekir. Bu da imancının tam
olarak karşı çıktığı şeydir.
Peki ya Tanrının imanı var mıdır? Dediğimiz gibi iman, kanıt
olmadan inanmaktır. Oysa tanrı, doğrulara iman etmez, onları bilir. Tanrı imana
sahip değildir çünkü iman mükemmelliğin önündeki perdeden ibarettir. Tanrıda
mutlak bilgi varsa(ki klasik görüşte bu savunulur) imana sahip değildir. Tanrı
katında her şey mutlak surette belli ise bir şeye iman etme/iman etmeme gibi
durumlar söz konusu olamaz. En imanlı birey bile bunu kabul edecektir. O halde
biz insanları (eğer varsa) yaratıcıya benzer kılan şey ise iman etme özelliği
olamaz. Bu dine uygun değildir. Fakat tanrının kişisel olduğundan ve onun bir
akla sahip olduğundan bahsederiz. Kavranamaz bir akıldır ama yine de akıldır.
Eğer inançlı biri olsaydım, bizzat tanrıda bulunan özelliğin bize
sunulmasından, aklı temel almayı tercih ederdim.
Bu görüşü biraz daha yakından anlamak adına özsel ve ilineksel
özelliklerden bahsetmek istiyorum. Aristoteles’e göre özsel nitelikler, bir
şeyi, o şey yapan özelliklerdir. Özsel nitelikler olmadan, varlıklar, olduğu
şey olamazlar. Bunu anlatırken, bir şeyin özünden bahsetmek istiyorum. X adında
bir varlığımız olsun, X’i X yapan şeyler özsel niteliklerdir ve X’in özünü
oluşturur. İlineksel özellikler ise varlıkların görünümüne ait özelliklerdir.
Bu özellikler değişse de varlık yine aynı varlıktır. Mesela benim göz rengimi
bir ameliyatla değiştirirseniz ben yine benimdir, özüm değil görünümüm
değişmiştir. Fakat benden ‘akıl’ gibi bir özelliği alırsanız benim özümü
değiştirmiş olursunuz. Benim özümü değiştirirseniz, ben artık ben değilimdir.
Karşınızda başka biri duruyordur. Bir bitkinin yaprağını koparırsanız onun
görünümünde değişiklik yapmış olursunuz. Fakat bu bitkinin ‘fotosentez yapmak’
gibi özündeki bir özelliği çekerseniz (ona bitki diyeceğimiz bir özelliği
çekerseniz) onun özü değişmiştir. Peki ya bunun konumuzla alakası ne? Şöyle ki,
bizzat tanrının yansıması olan akıl özsel, iman ise ilinekseldir. Tanrıdan
aldığımız özelliğin (aklın), tanrıda olmayan bir özelliğe(imana) göre özümüze
daha yakın olduğunu düşünürsek, akla güvenmek daha tutarlıdır. Akıl özseldir,
iman ilinekseldir.
Bir başka mesele, hangi imanı kabul edeceğimiz meselesidir.
Hangi iman en yücedir? Bir Hıristiyan da bir Yahudi de bir Müslüman da onun
dinine iman etmemi istiyorsa hangisine iman etmem gerekir? Farklı dinlerden
bireyler, hepsi kendi dinlerine iman etmemi istiyorsa yapılabilecek tek şey, bu
inançları birbirleriyle kıyaslamak ve hangisini benimseyeceğimi kabul etmek
olmalıdır. Bu ise fideistin yapmamamı istediği şeydir. Fakat olaylar bunu
yapmamı gerektirir.
Üstelik yine imancıların dediklerini kabul etmememize yönelik bir
başka itirazım olacak. Çok sayıda inanç var ve bu inançlar birbirlerine
rakipler. Dini incelerseniz fark edeceksiniz ki her birey kendi yaşadığı
toplumun dini inançlarıyla yetiştiriliyor. Bu durumda yetiştirilme tarzına
bağlı olarak, bizim bağlanmamızı istediği inanç da farklı oluyor. Bir kişi
henüz bebekken alınıp Hıristiyan bir aileye koyulursa ve bu şekilde
yetiştirilirse, imancılığı savunduğu takdirde bizden Hıristiyan olmamızı
isteyecektir. Eğer aynı bebek Müslüman bir ailede katı dini kurallarla
yetiştirilirse ve büyüdüğünde imancı olursa bizden de Müslümanlık inancına iman
beslememizi isteyecektir. Fark edeceksiniz ki, imancıların savunuları,
doğdukları bölgeye göre dağılım gösterir. Bu durumda birinin Tanrıya olan imanı
yalnızca tesadüfi olarak nerede doğduğu mu olmalıdır? Farklı bir bölgede doğsa
Hıristiyanlığa iman edecek kişiler,
şimdi İslam’a iman etmemizi nasıl savunabilir? Bu tutarlı mıdır?
Burada kökenci hata(naturalistic fallacy) denilen hataya
düştüğümü iddia edenler olabilir. Onlar için küçük bir açıklama yazma gereği
duyuyorum. Kökenci hata şunu der: bir şeyin kökenini, nereden kaynaklandığını
göstermek o şeyin doğruluğunu ve yanlışlığını etkilemez. Mesela ‘Sen laikliği
savunuyorsun çünkü laik bir toplumda doğdun, o halde laik olmamalıyız’ diyen biri
kökenci hataya düşer. Bir şeyin nasıl ortaya çıktığını göstermek o şeyin
doğruluğundan bağımsızdır. Bunu kabul ediyorum. Fakat burada savunduğum şey ‘Sen
Müslüman bir ülkede doğduğun için Müslümansın o halde İslam yanlıştır’ gibi bir
önerme değil ‘Sen Müslüman bir toplumda yetiştiğin için Müslümanlığa iman
etmemi istiyorsun. Oysa bu daha farklı olabilirdi ve sen aynı şekilde farklı
dine iman ediyor olabilirdin. Bu şekilde salt iman ederek doğruya ulaşman
mantıklı durmuyor o halde sorgulamalısın’ gibi bir düşüncedir. Burada kökenci
hataya düşmem ve en azından kendi içimde tutarlı bir görüş savunmuş olurum.
Üstelik kanımca, imancılığa getirilen bir darbedir bu.
Aynı zamanda imancı birinin tutarlı da olmadığını düşünüyorum.
Tanrının kullanmamız için akıl verdiğini düşünüp bu aklı kullanmaya cüret
etmemek samimi gelmiyor. Her konuda kullanabileceğim aklı, söz konusu din
olduğu zaman kapatmam, samimi bir istek değil. Aslına bakarsanız iman etmem
değil, eleştirel şekilde olayları irdelemem gerekiyor. Zira bir şeyin
doğruluğunu anlamak için o şeyi sorgulamak gerekir. Bize aklı veren Tanrı, onu
anlayacağımız şekilde yaratabilecekken bunu yapmamışsa suç benim değildir. Eğer
aklım yetersizse, bunun sorumlusu bana aklı verdiğini iddia ettiğiniz Tanrıdır:
1-
Tanrı her şeye gücü yetendir (Tanrının tanımı)
2-
Akıl yetersizdir, iman gereklidir (Fideizm
Savunusu)
3-
İnsanı yaratan tanrıdır (Teist Savunu)
4-
İnsanı Tanrı yarattıysa, Tanrı aynı zamanda
insanda bulunan özelliklerin de yaratıcısıdır.
5-
Akıl, insanın özelliklerinden biridir, insanda
bulunur. Yani insan aklını da tanrı yaratmıştır.
6-
Her şeye gücü yeten bir Tanrı, insan aklını onu
anlayabilecek düzeyde yaratabilecekken, bunu yapmamışsa (2. madde), ona inanmamamızın
sorumlusu bizatihi Tanrıdır ve bunun yüzünden insanları yargılayamaz(Zira aklının
kapasitesini kişiler kendileri seçmemiştirler, Tanrı tarafından onlara
bahşedileni kullanırlar.)
Yani imancı biri ‘akıl yetersizdir’ savunusunu yaparken kendi
içinde tutarsızdır, sonuçta insan aklını ve kapasitesini yaratan da Tanrının
kendisidir.
Aynı zamanda sorgulamanın topluma karşı bir sorumluluk olduğunu
da düşünüyorum. Sonuçta iman edeceğiniz şey, hayatınızda ciddi değişikliklere
yol açabilir. Sizin hayatınızdaki bu değişiklik topluma da ister istemez
yansıyacaktır. Sonuçta hayatınızda köklü değişiklikler yaptırabilecek bu inancı
sorgulamak, artık ahlaki bir sorumluluk haline gelir. Bazı kimseler imanı ve
ahlaki sorumluluğu ilişkilendirmeyi akıl etmeyebilirler fakat bu ciddi bir
problemdir. Sonuçta inancımızı delillerle desteklemezsek topluma zararlı
şeylere yol açabiliriz. Bir mimarı düşünün, bir ev tasarlarken yaptığı
tasarımın depreme dayanıklı olduğuna inandığını varsayın. Bu durumda mimarın
yapması gereken şey ‘Bunun doğru olduğuna iman ediyorum, delile ihtiyacım yok.
İmanım yeter’ derse ve bina küçük bir sallantıda yıkılırsa, çok sayıda ölümden
bizzat mimar sorumlu olacaktır. Eğer iman başka insanların hayatlarını da
etkiliyorsa terk edilmeli ve yeterli kanıtla desteklenmeden kabul
edilmemelidir. Mimarın yapısının sağlamlığına duyduğu iman önemli sonuçlar
doğururken o imana bağlı kalmayıp bağlı olduğu inancı delillerle destekleme
yükümlülüğü vardır. Aynı şekilde dine duyulan iman da ahlaki açıdan delillerle
desteklenme yükümlülüğü altındadır. Zira toplum için önemli sonuçlar
doğuracaktır. Bu iman sonrasında, canlı bomba olup onlarca kişinin hayatına
kıyabilirsiniz, köktenci olup bilim karşıtlığına soyunabilirsiniz ve daha nice
toplumun refahını azaltacak yola girebilirsiniz. Bu durumda, dini inanç bu
kadar önemli etkiler yaratıyorken, sorgulanması ahlaki sorumluluktur. Buna karşılık,
bazı meselelerin çok karmaşık olduğunu savunan ve sonuca varmak için yeterli
zaman olmadığını söyleyen kişilere ne diyeceğiz? William Clifford’un buna
cevabı açık ve nettir: ‘O takdirde o kimsenin inanmaya da zamanı olmamalıdır.’
Aynı şekilde dini inanca duyulan iman, kişinin kendi
yaşantısında da uç yerlere gidebilir. Bunun örnekleri vardır: dediğim gibi bir
canlı bombanın cennet için intihar etmesi, dinine ve ahirete duyduğu imandan
kaynaklanır. Bunun gibi ‘imanın zararları’ diyebileceğimiz bireysel hareketler
mevcuttur. 18 Kasım 1978 tarihinde yaşanan dini facianın da sebebi budur. Jonestwon
cemaatinde 900’e varan insan dinleri uğruna toplu intihar etmişlerdi. Cemaatin
kurucusu Peder Jim Jones, zamanla Hıristiyan öğretisinden ayrılıp farklı bir
akım kurdu. Jones, kendisinin tanrı olduğunu iddia etmiş, 43 kişiyi
dirilttiğini söylemiştir. Fakat zamanla cemaat liderliği gelen baskılar
sonucunda gelecekten umudu kesince ve öbür tarafta mutlu bir yaşam sürme imanıyla yola çıkıp toplu intihar gibi
bir yolu tercih etmiştir(1). 900’den fazla kişinin tek günde dinleri adına
intihar etmesi sınırlardan bir örnektir fakat yine de imanın bu tür problemleri
vardır.
İman söz konusu olduğunda yalnızca dini imanı değil aynı zamanda
her türlü kanıta dayanmadan inanmayı reddediyorum. Sonuçta bu tür inançların
yine bireysel zararları olacaktır. Nisan 1997 tarihinde yine bir toplu intihar
gerçekleşmiştir. 39 kişilik bir grup votka ile güçlendirilmiş, elma sosu
karışımlı öldürücü dozda barbiturat almışlar sonra da başlarına naylon torba
geçirerek ölümlerini hızlandırmışlardır(2). Peki ya bunun amacı nedir? Bu
kişiler bu şekilde intihar ederek maddesel/dünyevi kılıflarından kurtulup
uzaylılar tarafından uzay gemisine ışınlanacaklarına iman etmişlerdir. Görüldüğü gibi, kanıta dayanmayan inançlar
bireysel yaşamda kötü sonuçlar doğurabiliyor. Bu durumda gerek bilimsel
gelişmelerle, gerek akılsal muhakemelerle iman ettiğiniz şeyi sorgulamanız bir
sorumluluk olarak önününze çıkar. Hayatınızda köklü değişiklik yapacak bir
inancı sorgusuz sualsiz kabul etmek benim gözümde etik değildir.
Not:
1- Michael Peterson,
William Hasker, Bruce Reichenbach, David Basinger, Akıl ve İnanç, Din
Felsefesine Giriş(çev. Rahim Acar), Küre Yayınları Bölüm 3, S. 49
2- Charles M. Wynn,
Arthur W. Wiggins, Yanlış Yönde Kuantum Sıçramalar (çev. Aykut Kence), Tubitak
Popüler Bilim Kitapları, s.1-2

Doğa yasaları evrenin özsel nitelikleri midir yoksa ilineksel mi ?
YanıtlaSilDostum sayfamda paylaşmamda sıkıntı olurmu ? Altına sitenin linkini de ekliyerek paylaşıyorum.
YanıtlaSil